Sitedeki yazılar günlük ya da son bir iki ayın olayların sonuçları değildir.
Birincisi kişisel yazmamaya özen gösteriyorum. Yazılarım, kafamı yorduğum şeylerdir. Günlük notlar almıyor muyum, tabii ki yapıyorum lakin yazar ve taslaklara atar, içimdekiler durulunca gözden geçirir ve kendime not olarak ayırır yayınlamam. Doğru da bulmuyorum ikinci sahışlarımla ilgili konuları üçüncü şahıslarla paylaşımı çünkü.
Şu anda her konuda iki yüz seksen sekiz adet taslağım var. Bu da demektir ki yazıp kenara ayırdıklarım en erken üç ay sonra yayına girecekler…
Bu sebeple soru sormayın ve kabullenin; kişisel yazılar yazmıyorum; çözemediğim konularda beslendiklerimi paylaşıyorum.
Sıcaktı.
Evde oturmaktan bıktı. Dışarıya çıkmaya karar verdi.
Dışarısı daha iyi değildi hatta daha kötüydü ama her türlü değişim bıkkınlıktan iyiydi.
“İnsanlar hata yapmaya böyle karar veriyorlar demek ki.” dedi içinden… Okumaya devam edin
|
lütfen site seçiminizi yapınız mustafaat
|
1800’lü yılların ortalarıydı. Avusturya Genel Hastanesinin doğum servisinde anneler bilinmeyen bir sebepten dolayı ölmeye başladılar.
Ölüm oranları %35’lere varınca araştırılmaya başlandı, fakat bir türlü ölümlerin sebebini bulamıyorlardı. Dışarıda ebelerin yaptırdığı doğumlarda ölüm oranı %1’di. Artık anneler doktorlara güvenmiyorlar hatta bu ölümlere sebep olan hastalığa “doktor salgını” diyorlardı.
Macar doktor Ignaz Semmelweis, Viyana’daki doğumhanede görevli doktorlardan biriydi. Uzun ve titiz bir araştırma yapmaya karar verdi. Bütün ölümleri titizlikle inceliyor, notlar alıyordu. Hummadan hayatını kaybeden bir meslektaşını incelemeye aldı.
Ölen doktor kısa bir süre önce hummalı bir kadına otopsi yapmış, bu sırada elini kestirmişti. Kendisi hummayı bu şekilde kapmıştı. Daha sonra bu doktor hummalı iken doğumlara girmiş, o doğumlardaki anneler de hayatını kaybetmişti. Ignaz Semmelweis ölümlerin sebebini bulmuştu; Lohusa Humması… Çözümünü doktor arkadaşlarına anlattı. Bütün doktorlara doğumdan önce ellerini sabunlu su ile yıkamalarını tavsiye etti.
Doğum sırasında kullandıkları gereçleri klorin ve kireç yağından yaptığı solüsyona yatırdı. Ölümler hızla azalmaya başladı. Bir süre sonra neredeyse bitmişti. Başarmıştı.
Bir tez hazırladı. Teorisini Viyana Tıp Cemiyetine sundu. Meslektaşları onu delilikle suçladılar. Çok ağır hakaretler eşliğinde cemiyetin huzurundan kovdular. Ölümün sebebi doktorlar olamazdı. Semmelweis’in bulgularını tıbbi yayınlarda yayımlamasına izin vermediler.
Ölüm oranlarının düşmesine rağmen Viyana Hastanesi eski usül doğumlara devam etti. Ölümler yine artmıştı.
Semmelweis bu durumu bir türlü kabullenemedi ve istifa etti. Memleketi Macaristan’a döndü. Peşte’de bir doğumhanede işe başladı ve orada da ölüm oranının azalmasını sağladı. Tıpta el yıkamanın ve dezenfektenin önemi üzerine konuşmalar yapıyordu fakat meslektaşlarına bir türlü kabul ettiremiyordu. Herkes onun bir deli olduğunu düşünüyordu. Sinir krizleri geçirmeye başladı. Deli diye akıl hastanesine kapattılar. Akıl hastanesinin bekçileri 14 gün boyunca dövdüler. Vücudu daha fazla dayanamadı. 47 yaşında hayata gözlerini yumduğu gün ölüm nedenine “kangren” yazdılar. Cenazesine 10 kişi katıldı.
Aradan 20 yıl geçti. Fransız bilim insanı Louis Pasteur, Semmelweis’in tezinde yazdıkları sayesinde “mikrop teorisi”ni ortaya attı. Tıp dünyası Semmelweis’in yazdıklarını büyük bir övgüyle kabul etti. Doğduğu ev müze yapıldı. Macaristan’da hastanelere, doğumhanelere, sağlık merkezlerine onun adı verildi.
Bir şeyi araştırmadan, anlamadan, dinlemeden hemen reddetmeye “Semmelweis Refleksi” adı verildi.
Korona günlerinde ellerimizi yıkamanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.Evde kalmanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.Her şey düzelecek. Bu günler kötü birer anı olarak kalacak.
Semmelweis’e saygı ile…
*Genç Yazar Dostum Bekir Yıldız’ın “Güney Gazetesi”ndeki yazısından…
(Murat Çulcu’nun 1995 tarihli bir röportajı, Kastaş Yayınlarından 1998’de basılan “Mafia Üzerine Notlar adlı kitabından.)
“-Bir de mafia ve politika meselesi var.
– Bu çok önemli. Türkiye için çok önemli. Toplumun “maffios davranış” biçimini terk etmemesi halinde, hakça bir demokratik düzen sağlanabileceğine inanmıyorum, ihtimal bile vermiyorum.
– Neden?
– Anlatayım. Türkiye üniter bir devlet Merkezde çağdaş devlet olgusu var. Yasalar da çağdaş devlet olgusunun garantisi. Ancak merkeze gelen siyasetçiyi yerel halk seçiyor. Yerelde ise yerel ahlak ve hukuk ilkelerine dayalı “maffios tutum” sergileyen bazı “aileler” egemen. Bunları Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu ve hatta Orta Anadolu’nun bazı yörelerinde görmek mümkün.
Şimdi ne oluyor? Bu aileler, hangi siyasal partiden olursa olsun, milletvekillerinin saptanmasında etkili oluyor. Açıkçası adayları bunlar saptıyor. Halk seçmiyor, sadece onaylıyor. Milletvekilini seçen güç, yerel ahlaki genel ahlaken, yerel hukuku (açıkçası kendi yasadışı gücüne dayalı hukukunu) genel hukuka yeğliyor. Seçilen milletvekili bir onay unsuru olarak kabul edilen sokaktaki sade seçmenin değil, öncelikle de “maffios gücün” vekili oluyor. Yerel mafios gücün çıkarları ise üniter model içinde merkezi devlet otoritesinin yaptırımıyla çatışıyor. Böylece milletvekili merkezde merkeze direnen yerel gücün bir savunucusu olarak görev yapıyor.
Kısacası merkezin gücü, merkezde boğuluyor. Yerele yapılan bürokrat tayinlerini, yerel mafios güç dikte ettiriyor, milletvekili ise icra ediyor. Böylece yerel mafios gücün bürokrat üzerindeki iktidarı da tesis ediliyor. Yerel mafios güç, çağdaş bürokratik devlet gücünü de tekeline aldığı için dayanıksız kalan yerel halk üzerinde iktidarını pekiştiriyor. Kısacası hukuk devletinin üzerinde bir yaptırım gücü kazanıyor.– Bunu aşmanın yolu “adem-i merkeziyet” yani “eyalet modeli” olabilir mi?
– İşte o zaman Türkiye’nin içinde bazı “eroin devletçiklerie; “uyuşturucu aşiret siteleri” çıkar.
– Takiyye adı verilen “ikiyüzlülük” mafios ahlaken özü değil mi? Kolejliler, Mülkiyeliler, Boğaziçililer adı verilen ilkel dayanışma gruplaşmaları demokratik rejim içinde mafios örgütlenme kokan bir çeşit “cosa nostralar” değil mi?
– Sayın Çulcu, mafios toplum yapısını çözmek mümkün mü?
– Elbette mümkün. Fakat bugünden yarına mümkün değil. Zira mafios toplum yapısının temel elementleri olan çifte ahlak ve onun bir uzantısı olan çifte hukuk sistemi tarihsel süreç içinde oluşan temel unsurlar. Bu bir bakıma Önasya’da yaşayan insanların çarpık ortak özelliği haline gelmiş bulunuyor. Yasalara karşı korunmak isteyenler ve onları koruyan güçlü kişiler var. Bu güçlü kişilerin “halini dostları” ve dostların dostları” var. Teoride adına “laik sistem” denilen fakat pratikte “taassubun tahakkümünün” egemen olduğu çarpık yapılanma var. Bütün bunların temelinde ise çağdaş yaşamı ister gibi görünen, globalleşmeden bahseden ama günlük yaşamında yerel ve ananevi ahlak anlayışına taassupla sanlan birey var. Ve o bireyin, mafios yapının doruklarına oturan yasallaşmış veya yasallaşmaya çalışan capo mafia’lara, ağzı sulanarak ve imrenerek bakması var.”
Anneannemin kitap satan adama ; ”Atatürk’ün kitapları niye tozun toprağın içinde, onları tezgahın üstüne koysana” diye bağırdı. Kitap satan adam da; “Amaaan teyze ölmüş gitmiş adam ne olacak” dedi…
İşte o anda, anneannem benim elimi bıraktı ve tezgahtaki kitapları yere atarak, Atatürk kitaplarını tezgahın üstüne koymaya başladı. Adam önce Anneanneme mani olmaya çalıştı ama sonra o ufacık kadını kendi haline bıraktı… Anneannem çok üzüldü ve ağladı.
Onu bu kadar üzen şey ne idi? Merak etmiştim. Yolda; “Anneanne, Atatürk ne demek?” diye sordum. İşte o anda; İstanbul’un işgalinde annem ile açlık ve bakımsızlıktan verem olmuş, kocası Kurtuluş Savaşı’nda sehit düşmüş, 28 yaşında dul kalmış olan anneannem, çömelip kollarımı tuttu ve gözyaşları içinde bana aynen şunları söyledi…
“Atatürk demek, namus ve şeref demektir… Atatürk demek, hiç bir ülkenin egemenliğinde olmamak demektir…Atatürk demek, bu sokaklarda korkmadan yürümek demektir… Bu şehre, bu memlekete, BENİM VATANIM diyebilmektir… Anladın mı oğlum?”
“Anladım” dediğimi hatırlıyorum…
Öylesine anlamıştım ki, aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, hala unutmadım Atatürk’ün ne demek olduğunu.”
HALDUN SEVER
Sene 2014. Liseden Berna ablamın Çanakkale Ayvacık’ta yaptırdığı evin açılış partisi için 3-4 araba İstanbul’dan doluştuk yallah Çanakkale’ye. Köyde güzel bir taş ev yaptırdı. Biz de hafta sonu yiyip içip eğlencez.
Bayağı kalabalığız. Mangallar yakıldı, kafalar çekildi, geldi yatma zamanı. Tabi kalabalık olunca yanımızda havalı yataklar filan da getirmiştik. Evin de mimarisi biraz farklı. Pek oda konsepti yok. Mesela yatak odası asma kat, ama duvar yok. Yatak odasından salon filan görünüyor.
Neyse biz Özgür Suriye Ordusu gibi bulduğumuz yere kanepeye yattık. Duvarsız yatak odasını da çift olan arkadaşlarımıza verdik. Zaten herkesin kafa güzel başladık uyumaya.
Gece 3 filan herkes bi çığlıkla uyandı. Yatak odasında eşiyle yatan hanım arkadaşımız çığlık çığlığa bağırıyor. Tabi herkes noluyor diye yerinden kalkıp koşturmaya yeltendi bi ama zifiri karanlık zaten ortam, bi de Berna’nın bağırmasıyla hepimiz yerimizde kaldık. Ama nasıl bağırıyor? Bir kadından öyle ses çıktığını duymadım.
“Kimse yerinden kıpırdamasın. Yataktan çıkmasın. Kalın olduğunuz yerde” diye bağırıyo bu.
Biz tabi hem şaşırdık öyle gürlemesine, yerimizde de kaldık. Evin sahibi olarak tabi biliyo evi, planını, ışığını. Sürekli “yerinizden kıpırdamayın” diyerek bağırarak ışığa gitti, ışığı açtı ve kriz çıkaran arkadaşların yanına gitti. Bu arada çığlık atan arkadaşa da gayet otoriter emredici bir tavırla bağırarak yerinde kalmasını, sağa sola koşturmamasını filan söylüyor.
Neyse bu çıktı ahşap merdivenlerden. Hepimiz yataklarımızda bekliyoruz. Evin kedisi meğer gelip kucağına yatmış. Bu da uyanıverince, karanlıkta da ne olduğunu fark edemeyince basmış çığlığı.
Neyse uyku gitti çay kahve yaptık oturduk. Ya Berna ne bağırdın dedik. Berna deniz binbaşı.
Panik yönetimi o dedi.
Karanlıkta hepinizin koşturaydınız kafanızı gözünüzü yarar, merdivenden düşerdiniz, kaos çıkar kesin biri yaralanırdı. Hiçbişey olmasa asma kattan aşağı düşerdiniz. Duvar / korkuluk yok. Böyle panik durumda bir kişi ortamın kontrolünü alıp mobiliteyi / paniği / endişeyi önlemezse kaos çıkar. Ziyan artar dedi. Benzer bişeyi ilkyardım eğitiminde hoca da söylemişti. Sağa sola bağırıp oranın patronu olduğunuzu kabul ettireceksiniz herkese demişti. Yoksa doğru müdahale yapamaz, yaralıyı sakat bırakır ya da kaybedersin demişti.
Bunu niye anlattım. 2 saat kala sokağa çıkma yasağı ilan edildiğinde insanların panikle yaptıkları davranışlara anlam veremeyenlere. Sen über mükemmel bir insan olabilirsin, ama toplum değil. Hiçbir toplum öyle değil. Gezi’de gaz fişeği başlayınca ilk günlerde kaçarken birbirini ezmekten yaralanan insan sayısı daha fazlaydı. Ama sonra insanlar yavaş yavaş geri çekilmeyi öğrendi. Çünkü birileri avazı çıktığı kadar YAVAŞŞŞŞŞ diye bağırıyordu kaosu engellemek için. Topluluk psikolojisi başka bir şey. Onda mantık olmaz. Eğer öyle olaydı askerde disipline eden kimseye ihtiyaç olmazdı. Nasılsa insanlar askerde o
lduğunun şuurunda diye o topluluğu yönetmeyi bırakın bir bakayım noluyor? Üniversite mezunu bizlerde bile kavga çıkıyordu kar kürüp kömür taşımadığımız zamanlarda. Yani demem o ki sövmeniz gereken bakkala markete koşturan insanlar değil, bunun böyle olacağını öngöremeyip salak saçma kararlar alıp süreci yönetemeyenlerdir. Kıssadan hisse! O geceden.
Fotoğraf bahsettiğim asma kat yatak odasından. Düşsen ölmesen de sakat bırakır yani. Yatsı namazı için rüküye gitmiş olan ben.O gece anladım ben Berna’nın bir fırkateyn dolusu erkek kökenli bireyi nasıl komuta edebildiğini.
Bir şeyin hatalı olduğuna nasıl karar verirsiniz? Nedir kararınızın kerterizi?
mat@mustafaat: Anlam ve işlevine aykırılık.
Kurbağa Kral @uarpak·: Anlamı tanımlayan ne?
mat@mustafaat: Varlık, bütünlük (tamlık), kendine yeterlik.
Buradan, “doğru, iyi ve güzel” kavramlarına da geçmek lazım ama vakit yok 🙂
Anomi nedir?
Bireylerin ve toplumun anlam kaybına uğraması demektir.
İnsanlar normlarını, içinde yaşadıkları toplumlardan alırlar. İnsanları bir arada tutan ortak ahlaki değerler ve hukuk kuralları işlevsiz hale geldiğinde, bu normlar dağılır.
Fransız sosyolog Émile Durkheim
1-Hayatın anlamsızlaşması, değersizlik duygusu, heyecan yitimi, hedef belirleyememe, hiçbir şeyin hiçbir zaman düzelmeyeceğine olan inanç, umutsuzluk ve çaresizlik, görünmez bir zehirli gaz gibi bilinci yavaş yavaş öldürür.
2-Böylesi toplumlarda, kurallar birbiriyle çelişir. Bir gün alınan karar veya söylenen söz, ertesi gün inkâr edilir. Kanun ve kurallara uymamanın yaptırımı olmaz. Uygulamalar keyfidir; akıl erdirilemez!
3-Giderek ilkesiz, sorumsuz davranmak sıradanlaşır; kuralsızlık yerleşik kültür halini alır. Ortak değerlerin kaybı, insanların birbirine olan duyarlılığını ve saygısını da azaltır.
4-Dayanışma ortadan kalkar. Paylaşım duygusu yok olur, bencillik artar. Şiddet tırmanır… Cehalet, akla ve aydınlığa fütursuzca saldırma cesaretini bulur kendinde… Çünkü ileriye ve aydınlığa yönelik ortak bir utku, bir ülkü yeşeremez böylesi toplumlarda;
Eğitimin önemi azalır…
5-Eğitim, hayatı keşfetme heyecanını yitirir; yerini bir yerlere girip para kazanmak için bir kâğıt parçası edinme telaşına bırakır. Anomi bazen anarşi ile karıştırılır ki, bu yanlıştır!
6-Anarşide, siyasi bir otorite veya yönetime başkaldırı vardır.
Anomide, bir hedef yoktur. Pusulasız gemi gibidir, anomik toplumlar. Yönünü yitirmiştir!
7-Kitle iletişim araçlarının da bu değersizliklerin temsilcilerini sürekli ekranlara ve basına taşımasıyla, yaşanan tuhaflıklar normalleştirilir.
Böylece, eğitimsiz ve bireyleşememiş kitleler, kısa sürede benzer davranışlar sergilemeye başlarlar.
8-Bu durum toplumda moral çökmesi ve hukuk eksikliğine yol açar. Tüm geçmiş toplumsal modeller göstermiştir ki, ekonomik dengesizliğin arttığı tüketim toplumlarında şiddete yönelim kaçınılmaz olarak artmaktadır.
Bunun nedeni,
9-…bu tür toplumların bireylerinin birbirilerine yabancılaşmaları nedeniyle birbirileriyle ilişkilerini, birbirilerini nesneleştirerek kurmalarında yatmaktadır.
10-Böyle bir ortamda mekana yabancılaşan insanın ötekini bir nesne olarak görüp ona şiddet uygulamasının önüne geçilmesi imkansızlaşır.
Çevrenize dikkatle bakın, ülkemizin nereye doğru evrildiğini görün Durkheim’i öyle yorumlayın lütfen.
“Kişiselleştirme her seviyeden aşağıdadır. Bilgi olsun karşı çıkılsın ama tercih şahsiyeti sorgulamaksa ben o seviyede değilim.”
Hatice ŞİRİN@HaticeSirin: Eski Türkçede parmaklar:
- ulug erŋek (ulu p.) “baş parmak”
- kiçig erŋek (küçük p.) “serçe parmak
- ortun erŋek “orta parmak”
- yanar erŋek (yan- “tehdit etmek”) “işaret parmağı”
- Evliliklerde yüzük takılmayan eski dönemlerde yüzük parmağına ise atsız erŋek (adsız p.) denirdi.
görüldü: ÖS 10:43 · 1 May 202042063 kişi bu konu hakkında Tweetliyor
Hmm, tehdit parmağı mı?
Yoldaş Orlov’un Uğultusu’ndan:
– niye insanlara mesafeli davranıyorsun?
– insanları tanıdığım için.
– ama insanları tanıyan tek sen misin ki?! diğerleri böyle davranmıyor.
– ben kendimi de tanıyorum.
Üzerinde uzun süre düşünülmesi gerekiyor.
Özellikle bende de aynı uzaksama olduğu için ben de düşünmeliyim 🙂
Konuşma insanlığın evriminde büyük bir kırılma idi; sonrasında her şey değişti. Bazı bilim adamlarına göre beyni ve işleyişini de kökten değiştiren konuşma eylemi (beyinde konuşma merkezinin ortaya çıkması, plastisitesi yüzünden bütünü değiştirir), daha sonra yazıya evrildi. Yazının da benzer şekilde etkisi olduğunu düşünmemek için bir sebep göremiyorum. Yine bazı bilimsel çalışmalar soldan sağa okuyanlar ile sağdan sola okuyanlar arasında algı farkı olduğunu gösterir gibi.
Fakat yazılı kültüre geçiş asıl olarak toplum ve onun üzerinden bireyi çok hızlı değiştirdi: aynı fikir ve bilince sahip topluluk. Metinde belirtildiği gibi törenin yazı (ve dolayısıyla) ve bilgi tarafından kadük ilan edilmesi ile okuyan ve okumayan arasındaki fark çok ileri gitti.
Buna bir nevi “üst bilinç” diyebiliriz. Algı gerçekliği belirlediğine göre, eskinin yeniyi “kapsayamaması” doğal bir sonuç haline geldi. Evet, İspanya silahı ve vahşeti ile geldi kabul fakat yazı ve etkileri de kültürü çok hızlı geliştirmesi yönüyle emperyalizmin temelindeki güç olabilir…